Kul sapar da yolundan Hak bırakır mı kendi haline… Onca yaşananlardan ders çıkarmazda isyankar tavırlar niye… Anlamaz mı ki önüne çıkanlar ilahi bir irade… Hala ne diye dönmez istikamete…
İnsan akıllı ama aklını başına almakta zorlanan bir varlık. Mesela bir aslanı düşünelim. Hiç soruyor mudur kendine benim bu dünyada ki amacım ne diye veya bugün ne yapsam da zamanımı dolu geçirsem kendime bir şey katsam diye, sorunları var mıdır acaba? Onun amacı da yolu da belli. Bir an olsun yaratılış gayesinden sapmadan ve asla aşırıya kaçmadan günlük rutinlerini yerine getiriyor. Mesela çok yediği için obez olmuş veya bugün dışarıdan söyleyeyim çok yorgunum diyen bir aslan göremezsiniz. Sadece ne için yaratılmışsa onun için yaşayan sürü halinde aslanlar ve hayvanlar görürsünüz. İnsan ise ne için yaratıldığını düşünmek ve hayatına anlam katmak için ne yapması gerektiğini bulmak zorunda. Allah bu imtihanı bir mükafat olsun diye vermiş bize. Mükellef sayılmamız ilahi irade tarafından muhatap alınmaktan ileri gelir. Ama ne hikmetse karşımızdakini aşağılamak için kullandığımız hayvanlar gibi bile yaşayamıyoruz. Sanki birileri bizi buna sevk ediyor da biz bunun farkında değilmişiz gibi. Platon’un idealar dünyası en çok böyle zamanlarda aklıma yatar. Gerçekten de yaptıklarımız sanki bize ait değil de bizim yansımalarımız tarafından oynanıyor biz ise sadece izleyip gülüyoruz hissine kapılıyorum. Aslında ne kadar acı bir durum, kendimizi yansıtamadığımız için kabullenemiyoruz kabullenemediğimiz içinse kendimizi başka biri gibi düşünüyoruz. Kendimizi nerede kaybettik bulabilsek, en azından aradığımız yerin doğru olduğunu anlamış oluruz. Ama ne yazık ki ne bizi nereye koyduklarını ne de nasıl aramamız gerektiğini biliyoruz. Elimizden amacımız alınmış, sanki ileride geleceğin dünyası robotlardan kamil olacak cümlesi canlı bedenlerin tek tipleşmesiyle vuku bulmuş. Duyguları olmayan daha doğrusu gülme, eğlenme, gezme ve tüketme üzerine kurulu bir sistemin sürekli güncellenmesiyle dışarıya karşı kabuğu olan ama içini açıp bakmak istemediğimiz bir makine haline dönüştük. Eskinin insanı derdini hafifletmeyeceği kişiye nasılsın bile demezken şimdilerde derdini artırmak için ne haber diye ısrar eder olduk. Etrafındakilere hiç bakmadan tek dert bende, gerçek sorunlar benim hayatımda, senin yaşadığında bir şey mi, diyerek etrafa caka satarak kendimizi anlatmaktan asla geri durmuyoruz. Bir insan hikayesi bu kadar değersizleşmiş veya değersizleştirilmişken hayatın kıymeti herkes tarafından düşmüş sadece tüketim uğruna heba edilen ‘şey’lerden biri olarak görülür olmuş. Oysa bir hikayeden daha kıymetli ne bırakabiliriz ki insanlığa. “Yaşadım ve tecrübe ettim, bir nefeslik ömrün hesabını mı sorayım size. Geçti gitti ömür sermayesi bize kalan iki güzel tebessüm.” demekten kıymetli ne var bu dünyada. İnsan yaşadığı kadar değil yaşattığı kadar mesut olur düsturuna ne oldu, ne oldu bizdeki naifliğe. Her seyin yapaylaşması duygularıda mı algoritmaya bağladı? Algoritmalar mı karar veriyor neye güleceğimize veya kimin derdini soracağımıza? Bizi bizden daha mı iyi tanıyor da her şeyimizi teslim eder olduk. Peki duygularımızı teslim etmek mi bizi iradesiz bıraktı yoksa irademizde mi onların elinde. Ne izleyeceğimize, nereye gideceğimize, hangi elbiseyi giyip hangi evde oturacağımıza veya kiminle evlenip kiminle yollarımızı ayıracağımıza, çocuğumuzu nerede doğurursak daha sağlıklı olur veya çocuk doğurmanın doğru zamanına…
Tüm bunlara acaba kendi kendimize mi karar veriyoruz yoksa zaten algoritmalar kararı vermiş de biz sadece uyguluyor muyuz? İnanın bu düşünceler insan olduğumuzu hatırlayınca yoğunlaşıyor zihinde. İnsan olmanın kıymetini farkedince buruk bir sevinç doluyor içime. Yaratan her şeyi bize uygun ve hizmet için yaratmışken biz neden yaratılmışlara uygun olmaya çalışıyoruz, diye soruyorum kendime. Bunca nimetin başımı döndürmesi gerekmez mi? Ama bize ilk verilen nimet olan irademi kaybettiğim için diğer nimetlerin hiçbirini gözüm görmüyor. Bunca serzeniş uzun ve sıkıcı gelmiş olabilir size. İçimden dahasını yazmak geliyor ama içinden çıkamam korkusu beni engelliyor.
Bu feryatlar insan ömrünü beyhude bir hale getiriyor, ne kötü… Aslında ne olduğumuzu idrak etsek belki ‘şey’lerden farklı olduğumuzu da idrak ederiz. ‘Şey’ dediklerimiz masivadır yani Allah haricindeki canlı cansız tüm varlıklar girer bu tanımın içine. Sonlu ve elbet bir gün bitecek olan demektir. İnsanda bu tanımdan nasiplenir aslında. İnsan haricindekileri insan tüketsin diye Allah hizmetimize sunmuşken biz tüketmek için insanı tercih eder hale geldiğimiz için ‘şey’lerden asla ayrışamıyoruz. İnsan, zihni, ömrü ve her şeyiyle maddeliştiğinden ve kendini muktedir sanma yanılgısına düştüğünden bu yana tüketilen maddelerden farksız oldu. Kendi değerimizi ne zaman ki başka yerlerde aramaya başladık bu yanılgı iyice sardı etrafımızı. Halbuki insan özü itabiriyle kıymetli bir varlıktır. Kıymetini onu ‘şey’lerden ayıran özelliklerini sıralayarak değil yaratanın muhatap olarak almasını dile getirerek gözler önüne serebiliriz. Biz kendimizi o kadar aşağı ve çukura batmış görüyoruz ki yaratanın muhataplığına layık olduğumuzu bile düşünemiyoruz. Oysa yaratan her halimizle bizi görüyor ve biliyor. Bir yerde çukura batmamızı bile bizim mükafatımıza dönüştürüyor. İşte bu yüzden biz sadece bizi içimizde ve yaratanın verdiği kıymette ararsak bulabiliriz.
Bundan gayrı uğraşlar gayemizden sapmak ve dahi istikameti kaybetmek demektir. İnsan eşref-i mahlukattır, kıymeti’ni bilene… Önce kendi nefsime…

