İnsan hayatı bir yolculuktur. Her yolculuğun bir başlangıcı ve bir sonu olduğu gibi, bizim de doğumla başlayan serüvenimiz, ölümle başka bir âleme geçiş yapar. Ölüm, aslında bir son değil, perdenin kapanıp yeni bir perdenin açılmasıdır. Tıpkı bir tiyatro sahnesinde bir dekorun kapanıp diğerinin açılması gibi… Yüce Allah da Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için hayatı ve ölümü yaratan O’dur.” (Mülk, 67/2)
Dünya hayatı, uzun bir yolculukta mola verdiğimiz bir han gibidir. Ömür dediğimiz sermaye de bu hanı süslemek, güzelleştirmek için bize verilmiş kıymetli bir emanettir. Ancak biz, çoğu zaman elimizdeki bu emaneti dünyanın süsüne yatırırız. Sevdiğimiz şeyleri bırakıp gitmekten korkarız. İnsan, elinde tuttuğu oyuncağı bırakmak istemeyen bir çocuk gibi; malını, mülkünü, sevdiklerini ve alıştığı düzeni bırakmaya yanaşmaz.
Asıl korkumuz ise, bu hayatın ardından gelecek olan hesaptır. Çalışmadan sınav salonuna giren bir öğrencinin kaygısıyla, biz de hazırlık yapmadan ölüm gerçeğiyle karşılaşmaktan çekiniriz. Nitekim Rabbimiz de bu korkunun sebebini açıklarken, “Elleriyle yaptıklarından dolayı ölümü arzulamazlar.” (Bakara, 2/95) buyurur.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bu gaflet uykusundan uyanmamız için bize bir yol gösterir: “Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü bu size ahireti hatırlatır.” (Müslim, “Cenaiz,” 106; Tirmizî, “Cenaiz,” 60) Kabirler, aslında suskun öğretmenlerdir. Sessizce bize, bu dünyanın sonlu olduğunu, arka planda ise başka bir âlemin bizi beklediğini fısıldar.
Nitekim Emevî halifelerinden Süleyman b. Abdülmelik ile Seleme b. Dînâr arasında geçen şu diyalog oldukça manidardır:
“Ey Ebû Hazm, neden ölümden hoşlanmıyoruz?”
Ebû Hazm şu ibretlik cevabı verir: “Çünkü ahiretinizi harap, dünyanızı mamur ettiniz. Mamur bir yerden harap bir yere gitmek istemiyorsunuz.”
Gerçekten de, insan özene bezene restore ettiği bir evden ayrılmak istemez. Duvarını zevkine göre boyadığı, bahçesini sevgiyle süslediği evden çıkmak ne kadar zorsa, mamur ettiği dünyadan, viran bıraktığı ahiret yurduna gitmek de o kadar zordur.
Bugün düşünelim: Yola çıkacağımızı bilip de valizini hazırlamayan bir yolcu var mıdır? Uçağa bineceğini bilen biri, el çantasını yanına almadan havaalanına gider mi? Ölüm de işte böyledir; kaçınılmaz bir yolculuktur. Valizimizi ibadetlerle, güzel amellerle ve iyiliklerle doldurmazsak, yolculuk vakti geldiğinde hazırlıksız yakalanırız.
Ahiret yurdunu imar etmek, ölüme hazırlanmanın tek yoludur. Bu yatırımların başında namaz gelir. Namaz, cennetin anahtarıdır. Oruçlarımız, zekâtlarımız, sadakalarımız ve Allah rızası için yaptığımız her iş, küçücük de olsa ahiret bankasına yatırılmış bir sermaye gibidir. Biriktirdiğimiz bu yatırımlar, tıpkı kredi kartı borcunu kapatan paralar gibi bizi kurtarır. Nasıl ki dünyada günü geldiğinde ödenmeyen borç sıkıntı çıkarıyorsa, ahirette de ödenmemiş kulluk borçları insanı zor durumda bırakır.
Anne babaya iyilik, yetime sahip çıkmak, ilim öğrenmek, öfkeyi yutmak, güler yüzlü olmak, hasta ziyaret etmek, işimizi hakkıyla yapmak… Bunların hepsi küçük ama bereketli birikimlerdir. Bir gün bu yatırımlar, bize ebedî hayatta koca bir servet olarak dönecektir.
Ömür sermayesi ise su gibi akıp gitmektedir. Kum saati ters çevrildiğinde nasıl tane tane tükeniyorsa, bizim de nefeslerimiz birer birer eksilmektedir. Elimizde kalan kısmını bilmiyoruz. Bu yüzden yarınları beklemeden bugünden hazırlığa başlamak gerekir. Çünkü ölüm, kapıyı çalmadan önce bizi uyandıran bir alarm gibi değildir; ansızın gelen bir misafirdir.
Yunus Emre’nin dizeleri bu gerçeği ne güzel özetler:
“Geldi geçti ömrüm benim, Şol yel esip geçmiş gibi.
Hele bana şöyle gelir, Şol göz açıp yummuş gibi.”
Ahiret yatırımlarımızı çoğaltabilmek ve ölümü hazırlıklı karşılayabilmek duasıyla…

