Bazen diyorum ki insan olmak kadar acı bir şey gelemez birinin başına. İnsan kelimesinin kökünden belli bu durum; Arapça ‘nesa’ kelimesinden unutmaktan türer bu kelime ve hatta varlığımızın her zerresi. Unuturuz söylediklerimizi, yazdıklarımızı, ne için gönderildiğimizi, verdiğimiz tavsiyeleri, inandığımız davayı, günahlarımızı, hatalarımızı… Hiçbir şey yokmuş gibi devam ederiz hayatımıza her gün yeniden doğmuş gibi.
Hesap etmeyiz yaptıklarımızla yüzleşince yüzümüzün kızaracağını ve dahi kendimize saygımızın kalmayacağını. Ama işte insan olmak bunları gerektiriyor bir yerde. Sen inandırıcılığını kaybetsen de sana inananlar oldukça zorlayarak inanırsın kendine. Sözler verirsin daha düzgün biri olacağım, inandığım değerlere sahip çıkacağım ve asla taviz vermeyeceğim diye. Sosyal hayatta bu role bürünürsün ama içinde seni kemiren bir şüphe; Layık mıyım acaba bunca şeye ve hatta övgüye? Dersin ki Allah kitabında geçirmiş beni eşref-i mahlukat diye. Güç bulursun bundan heves gelir içine sonra dersin ki heves değil azim gerek er kişiye. Bilirsin yaptıklarınla birlikte düzeleceğini daha inandırıcı olacağını sonra yalnız kalırsın bir yerde devam ettiğini görürsün hesaplaşmanın. Benim omuzlarımda devam edecek bir dava ve dert varken neden böyleyim dersin, hayıflanır durursun kendi kendine birde bakmış ki zaman kayıp gitmiş ellerinden. Bitmez tükenmez bir girdabın kısır döngüsü savurur seni içindeki boşlukta, o karanlık yerde. Kalabalıklar içinde değil tek başına yaptıkların seni yansıtıyorsa eğer yansıyan görüntü iç açıcı değilse vay haline! Bunca hissiyatı paylaşmak gerek seni anlayan ve belki sen gibilerle. Yalnız kaldığında bile yalnız olmadığını bilmek avutur seni içinde anlamsız bir gevşeme. Toparlar yola devam edersin tüm eksiklerine rağmen tamammışçasına. Bir yerin mensubu olmak, aidiyet hissetmek mutlu eder seni, eksik olsam da elimden geleni geldiği kadar yapıyorum dersin. Kendi kendine acaba bunları düşünmem ve kendimi kötü hissetmem içimdeki Allah korkusundan mı yoksa Allah sevgisinden mi diye düşünürsün. Karar veremez, insan sevdiğini kaybetmekten korkar ya bende Allah’ın merhametini kaybederim diye korkuyorum dersin. Bir gün birisi, nefis neden hep kötü şeyler için kullanılır da iyi şeyler için kullanılmaz, demişti. Nefis dediğimiz görünmez dürtü bize hep mi kötüleri fısıldar acaba yoksa biz kötüleri yaptığımız için mi kötü sanarız nefsi, suçu ona atmak bizi hafiflettiği için mi yaparız bunu bilinmez. Ama şu bir gerçek ki insan kendini kandırmakta oldukça mahir. Yoksa nasıl devam ederdi hayatına nasıl gülerdi nasıl eğlenirdi… Bunca serzeniş beyhude ve hatta pesimist bir tavır gibi gelebilir. Bence de öyle. Ama bundan kurtulmak da fazla iyimser geliyor bana. Çünkü bu düşünceler olmasa nasıl diri kalırız nasıl devam etmek için güç buluruz kendimizde. Hatalarımızı ne kadar telafi etsekte hep bir eksik olacak ya bu his hep var olacak içimizde. Bunun mutluluğu tarifsiz bir his, kendini Allah’a karşı sorumlu hissetmek ve yaptıklarının pişmanlığını duymak kendini hep eksik hissetmek ama hep tam olmak için uğraşmak… Bitmeyecek bir çile yolculuğuna revan olmak büyük üstadlardan, alimlerden kendine pay almak… Büyük cihada erişmek ve vuslata kavuşmak arzusuyla tutuşmak… Necip Fazıl’ın tabiriyle hatarat yani vesvese ile başa çıkmak kendini olmadığın biri gibi düşünmek ve o çukurda çırpınmak, Yunus Emre’nin tabiriyle ‘Zehir ile pişmiş aşı yemek.’, Gazali gibi yoldan çıktığını sanmak, Hallacı Mansur gibi meşkin cezbesinde kendini bilmez sözler etmek… Tüm bunlar bizim için fazla gözükebilir, mertebe kıyaslaması veya denklik iddia etmiyorum. Ama her nasıl ki imtihanların en çetinleri peygamberlere geliyor ve biz onların sabrından ders alıp güç buluyorsak büyüklerin nefis imtihanlarının zorluğundan da çıkaracağımız dersler ve dayanacak gücü bulabiliriz. Yolun başındayken bunları hesap etmeliyiz. Hep derler bu yol zordur, davaya kendini adamak herkese göre değildir diye. Biz bunu hep eylem planındaki entrika, zorluk, fedakârlık vs. olarak gördük ya da bize anlatanlar böyle anlattılar. Peki içimizde kopan fırtına, buna nasıl göğüs gerecektik, bundan neden bahsetmediler? Belki de insanı kemiren bir duygu olduğu için kimse üstünde durmak istememiştir. Yahut bunu bir eksiklik olarak gördükleri için kendilerini açık etmek istememişlerdir. Ama bu bir eksiklik değil tam olma mücadelesi bence. İnsan kendisiyle savaşırken kazanırsa hiçbir zaman kaybetmez. İnsan biraz korkaktır, korkusuna aldanmadan hareket ederse cesur olur. Biraz tembeldir, üşengeçliğini umursamazsa çalışkan olur. Biraz çekingendir, buna takılmazsa girişken olur. Biraz genele uyar, sorumluluk atar üstünden, karar vermeye başladığı zaman lider olur. Biraz tecrübesizdir, hata yaptığı zaman deneyimli olur. Velhasıl insan hep biraz ötekidir içinde ama görmezden geldiği zaman kendisi olur.

