Hepimizin adını anmaktan imtina ettiği, bahsi geçince “Allah gecinden versin” temennileriyle kaçındığımız, ürktüğümüz duymak istemediğimiz “ölüm” mefhumunun hayatımızda ne kadar yeri var bir bakalım.
Son zamanlarda, görev yaptığım yerde genç diyebileceğimiz yaşlarda vefat edenlerin sâlâlarının art arda gelmesi; belki de hayattaki tek gerçeklik ve bir o kadar da kendi içinde bilinmezlik içeren bir paradoks olan ölümü aklımıza getirdi. Ayeti kerimede “Ecelleri gelince ne bir saat geri kalabilirler, ne bir saat ileri gidebilirler.” (Nahl sûresi, 61) buyrulmuştur.
Halk arasında “Allah sıralı ölüm versin “ şeklinde ifadelerle, yüzü soğuk, hiç başa gelmeyecek gibi uzak hissettiğimiz ve hep başkalarının başına gelecek de bizi teğet geçecek sandığımız ölüm gerçeği hayatımızda ne kadar var? Ne kadar hatırlanır ve ne kadar gerçek?
İnsan, doğası itibariyle bilmediğinden korkar. Bazen de korkulan ölüm değil de ondan sonraki ahiret hayatıdır. Bu soruların cevapları satırlara sığmayacağı için, biraz da kolayına kaçmayıp kendimiz asıl kaynağından yani Kuran ve sünnet gözlüğüyle mevzuya bakarsak ölümü anlamlandırmada yardımcı olacağı kanaatindeyim.
Yaş ilerledikçe kendi yaşıtlarımızdan da vefat edenlerin haberini aldıkça, bir durup biraz da afallayıp, bu gerçekle yavaş yavaş yüzleştiğimiz anlar oluyor. Biz bu gerçeğe hazırlıklı olmak için ya da en azından doğduğumuzu nasıl normal karşılıyorsak bunu da normalleştirmek için bize düşen nedir?
Kendi nefsi zaaflarımız sebebiyle dünya nimetlerine aşırı meylimizin farkına varıp asli görev ve sorumluluklarımızı ihmal etmemeli, dünya ve ahiret dengesini şaşmamalıyız.
Bunu Allah’a kulluk bağlamında ve kul hakları bağlamında da düşünebiliriz. Bir bireyin her türlü eliyle diliyle insanlara zulmedip sonra da; eğer ki ölümün hak olduğuna inanan ise ölümden korkmaması düşünülebilir mi? Ya da bireysel ilişkilerde ya da ticarette tek ayağının üstünde kırk yalan söyleyip insanları kandırdığını zanneden bir bireyin ölümden elbette ki korkması gerekir. Hakeza her tür ortamda nerede olursa olsun fitneye, anlaşmazlığa sebep olan, insanlar arasına nifak sokan kişilere de bu minvalde bakabiliriz. Çünkü bu dünyada görülemeyen hesaplar ahirete kalır. Nitekim “ Kim zerre hayr işlerse onu, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görecektir.”(Zilzal sûresi, 7-8)
Ölümü hatırlayan bir insan davranışlarına çeki düzen verir ve sürekli ilahi murakabe altında olduğunun farkında olur. Amellerine titizlikle yaklaşır. Dolayısıyla takıntı derecesinde olmamak kaydıyla ölümü hatırlamak fayda sağlar.
Kur’an ve İslam tasavvufu açıdan baktığımızda, ölüm bir son değil yeniden doğuştur. Hz. Mevlana’ya göre ölüm, dünya zindanından çıkıp, ten kafesinden kurtulup Allah’a kavuşmaktır. Hatta Hz. Pir, kendi ölümünü şiirlerinde ‘’vuslat’’ olarak görür. Bunu da Kur’an ayetlerinden çıkaran hazretin ölüme bakış açısı Kerim kitabımız Kur’an ile paralellik gösterir. Bu minvalde bakarsak, Allah’ı sevdiğini iddia eden bir müminin, sevginin tezahürü olan O’nun sevdiklerini sevmesi, sevmediklerinden berî olması, emir ve yasaklarına riayet etmesi gerekir. Belki de bir müminin, küçük kıyameti olan kendi ölümünden korkmaması bu sevginin bir tezahürü olabilir mi? Yüce Mevla bizleri sevdiklerini seven, sevgisine layık, rızasını kazanan kullarından eylesin.
Selam ve dua ile..
Yasemin Gemeç